zamanında

listen to the pronunciation of zamanında
التركية - الإنجليزية
in time

She promised her father to be in time for lunch. - O, öğle yemeğinde zamanında olmak için babasına söz verdi.

I think we'll make it in time if we don't get stuck in a traffic jam. - Trafik sıkışıklığına yakalanmazsak, sanırım onu zamanında yapacağız.

at the proper time, at the right time
on the date
on the stroke
at the right time, duly
duly
seasonably
when due
in process of
early enough
promptly

Tom pays his debts promptly. - Tom borçlarını zamanında öder.

timely manner
in due course
on time

Recently, they have not been giving her her paycheck on time. - Son zamanlarda, ona maaş çekini zamanında vermiyorlar.

The airplane took off on time. - Uçak zamanında kalktı.

at the right time
timely

If it had not been for his timely hit, our team would have lost the game. - Zamanında vuruş olmasaydı, bizim takım oyunu kaybetmiş olurdu.

A timely snow promises a good harvest. - Zamanında kar iyi bir hasat vaat ediyor.

in a timely manner
seasonable
zaman
date

I've always dated older women. - Her zaman yaşlı kadınlarla flört ettim.

When was the last time you went on a date? - En son ne zaman biriyle çıktın?

zaman
time

Some read books just to pass time. - Bazıları yalnızca zaman geçsin diye kitap okurlar.

What time will you be back? - Ne zaman geri döneceksin?

zamanında davranma
timing
zamanında olan
timely
zamanında tamamlamak
meet the deadline
zamanında teslim etmek
meet the deadline
zamanında yapılmayan ödeme
delinquent
zamanında önlem almak
take precautions in time
zamanında önlem almak
take measures in time
zamanında önlem almak
take timely precaution
zaman
tense

Relations between China and Japan have been tense recently. - Çin ve Japonya arasındaki ilişkiler son zamanlarda gergin olmuştur.

It is even becoming accepted even in exam-English that that called simple future tense does not exist. - Basit gelecek zaman denilen şey İngilizce sınavında kabul edilse bile, o mevcut değildir.

zaman
moment

Tom showed up at just the right moment. - Tom tam doğru zamanda geldi.

I'll talk to him at the earliest possible moment. - Mümkün olan en kısa zamanda onunla konuşacağım.

zaman
hour

When I was a child, I spent many hours reading alone in my room. - Çocukken odamda yalnız başına kitap okuyarak çok fazla zaman geçirdim.

It took me more than two hours to translate a few pages of English. - Birkaç sayfa İngilizce çevirmek iki saatten fazla zamanımı aldı.

zaman
time, season: Yenidünya zamanı geldi. Loquats are now in season
zaman
cycle
zaman
bout
zaman
while

He kept on working all the while. - O,her zaman çalışmaya devam etti.

He kept smoking all the while. - O her zaman sigara içmeye devam etti.

zaman
the right time or the time appointed (to do something): Artık bu işin zamanı geldi. It's now the right time to do this job
zaman
father time
zaman
mus. time, meter, rhythm
zaman
when: geldiği zaman when he came
zaman
whilst
zaman
free time: Bugün hiç zamanım yok. I've no free time today. 7 gram. tense
zaman
day

I read a newspaper every day so that I may keep up with the time. - Zamana ayak uydurabileyim diye her gün gazete okurum.

It rained heavily all day, during which time I stayed indoors. - Tüm gün şiddetli yağmur yağdı, bu zaman zarfında evde kaldım.

zaman
geol. era
zaman
season

I wonder when the rainy season will end. - Yağışlı sezonun ne zaman biteceğini merak ediyorum.

When does the rainy season in Japan begin? - Japonya'da yağışlı sezon ne zaman başlar?

zaman
when

I wish you would shut the door when you go out. - Keşke dışarı çıktığın zaman kapıyı kapatsan.

When do you usually go to bed? - Genellikle ne zaman yatarsın?

zaman
sands
borcu zamanında ödememe
(Ticaret) default
borcu zamanında ödeyememe
(Ticaret) default
haçlı seferleri zamanında müslümanlara verilen ad
Saracen
onun zamanında
in his day
zaman
reign

There was a time when kings and queens reigned over the world. - Kralların ve kraliçelerin dünyada hüküm sürdüğü bir zaman vardı.

Once upon a time there lived an emperor who was a great conqueror, and reigned over more countries than anyone in the world. - Bir zamanlar büyük bir fatih olan bir imparator yaşardı ve dünyadaki herhangi birinden daha fazla ülkede hüküm sürdü.

zaman
(Bilgisayar) time-scale
zaman
occasion

Tom occasionally visited Mary at her parents' house. - Tom zaman zaman Mary'yi anne babasının evinde ziyaret eder.

He reads detective stories on occasion. - O, zaman zaman dedektif hikayeleri okur.

zaman
age

If it's not from Scotland and it hasn't been aged at least twelve years, then it isn't whisky. - Eğer İskoçya'dan gelmiyorsa ve en az on iki yıl eskitilmediyse o zaman o, viski değildir.

Tom always makes it a rule never to ask a woman her age. - Tom her zaman bir kadına yaşını asla sormamayı bir kural olarak benimser.

zaman
epoch
zaman
(Dilbilim) temporal
zaman
period

Ten years is a really long period of time. - On yıl gerçekten uzun bir zaman aralığıdır.

The students' lunch period is from twelve to one. - Öğrencilerin öğlen yemeği zamanı saat on ikiden saat bire kadardır.

zaman
(Bilgisayar) time card
zaman
era
zaman
space

Mariner 10 was the first space probe to visit Mercury. It was also the first probe to visit two planets - Venus and Mercury. - Mariner 10, Merkür'ü ziyaret eden ilk uzay sondasıydı. Aynı zamanda, iki gezegeni -Venüs ve Merkür- ziyaret eden ilk sondaydı.

I'm sick and tired of you always parking in my space. - Her zaman benim yerime park etmenden bıktım.

zaman
times

There are times when I find you really interesting. - Seni gerçekten ilginç bulduğum zamanlar var.

I make it a rule to read the newspaper every day lest I should fall behind the times. - Zamanın gerisinde kalmayayım diye her gün gazete okumayı bir alışkanlık haline getirdim.

zaman
duration
zaman
(Tıp) chrono-
zaman
(Bilgisayar) timecard
zaman
everytime

Everytime I look at him, he smiles. - Ona ne zaman baksam gülümser.

zaman
time: Zaman nehir gibi akıyor. Time flows like a river. Bana zaman lazım. I need time. Fatoş'un zamanı az. Fatoş has little time to spare. ışık söndürme zamanı lights-out
zaman
leeway
zaman
meantime
zaman
age, era, epoch: zamanın âlimleri the learned men of the age
vakti zamanında
time to time
zaman
(a person's) youth or prime; the time when one was engaged in a particular activity: Benim zamanımda bu işyerinin yönetim biçimi bambaşkaydı. This office was run quite differently in my time
zaman
of time

In my opinion, Twitter is a waste of time. - Bence Twitter bir zaman kaybıdır.

The event was forgotten in progress of time. - Zamanın ilerlemesiyle olay unutuldu.

zaman
to time
barış zamanında keşif programlarının uygulanması
(Askeri) peacetime application of reconnaissance programs
bu uçak zamanında kalkacak mı
Will this flight leave on time
en civcivli zamanında
in the thick of it
en civcivli zamanında
in full swing
onun zamanında
in one's day
tam vaktinde/zamanında
1. right on time, right on the dot. 2. at just the right moment
tam zamanında
right on time
tam zamanında
seasonably
tam zamanında
apropos
tam zamanında
It's on time
tam zamanında
pat
tam zamanında
in good time

The taxi arrived in good time. - Taksi tam zamanında geldi.

Bill wanted to get to the office in good time to clean his desk. - Tom masasını temizlemek için tam zamanında ofise gitmek istedi.

tam zamanında
in the nick of time
tam zamanında
bang on time
tam zamanında gelmek
come on the dot
tam zamanında olan
seasonable
tam zamanında olan
pat
zaman
time; age, era, epoch, period; tense; reign
zaman
year

What time of year do you usually like to spend time on the beach? - Yılın hangi zamanında genellikle sahilde zaman geçirmek istersin?

We had a lot of snow about this time last year. - Geçen yıl yaklaşık bu zaman çok fazla kar vardı.

الإنجليزية - الإنجليزية

تعريف zamanında في الإنجليزية الإنجليزية القاموس.

zaman
Albizia saman, a large tropical tree in the pea family
zaman
large ornamental tropical American tree with bipinnate leaves and globose clusters of flowers with crimson stamens and sweet-pulp seed pods eaten by cattle
التركية - التركية
Eskiden
Eskiden: "Zamanında bir Kasımpaşalı Hayalî Hafız varmış."- A. Ş. Hisar
ZAMAN
(Osmanlı Dönemi) Bak: Zeman
ZAMAN
(Hukuk) Bir ödemeyi veya zarar ziyanı karşılama sorumluluğunu üstlenme
Zaman
devran
Zaman
vakit

Şu sıralar BT sertifikasyonlarına çalışmaya çok vakit harcıyorum. - Bu aralar IT sertifikasyonlarına çalışmak için epey zaman harcıyorum.

Nasıl vakit buluyor bilmiyorum. - Buna nasıl zaman ayırıyor bilmiyorum.

Zaman
dem
Zaman
adar
Zaman
eyn
Zaman
(Osmanlı Dönemi) AFUR
zaman
Bir işe ayrılmış veya bir iş için alışılmış saatler
zaman
Velid Ebüzziya'nın 1934 çıkardığı gazete
zaman
Fiillerin belirttikleri geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman, geniş zaman kavramı
zaman
Belirlenmiş olan an. Çağ, mevsim
zaman
Belirlenmiş olan an
zaman
Bir işe ayrılmış veya bir iş için alışılmış saatler: "Eski müdür zamanında hayli şımarmış olan bu miskin ve ukala herifi sepetledi."- H. Taner
zaman
Bir süre ile ilgili durum ve şartlar: "Sigarasını efkârlı olduğu zamanlar yaptığı gibi sık nefeslerle çabuk çabuk içiyordu."- H. Taner
zaman
Yer kabuğunun geçirdiği gelişimde belirlenen ve fosillere göre dörde ayrılan geniş evrelerden her biri
zaman
Dönem, devir
zaman
Güneş ve yıldızların öğlene göre açısal uzaklığına karşılık bir ölçü
zaman
Bir süre ile ilgili durum ve şartlar
zaman
Bir iş veya oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit: "Zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha ziyade ağırlaşan bir vicdan azabı duyarım."- Ö. Seyfettin
zaman
Bu sürenin belirli bir parçası, vakit: "Efendiler, az söylemek çok yapmak zamanı gelmiştir."- A. İlhan
zaman
Bu sürenin belirli bir parçası, vakit
zaman
Çağ, mevsim
zaman
Bir iş veya oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit
zamanında
المفضلات